Skip to main content

Anılarımdaki Çaycuma, Elmalığa Ne Oldu?

Yaşı ortayı geçmiş birinin böyle bir başlık atması ne kadar doğru olur bilemiyorum. Ancak her alanda değişimin çok hızlı gerçekleştiği çağımız için çok da garip olmasa gerek. Nitekim Çaycuma’nın 1978’den beri geçirmiş olduğu değişim-dönüşüm gerçekten şaşılası düzeydedir. Dolayısıyla benim yaşım için bile anlatmakla bitmeyecek kadar çok anı birikmiş oluyor. Eğer beyinlerimizin depolama hacmi evrime uğrayarak artmazsa, korkarım ki gelecek kuşaklar anılarını biriktirmekte ve hatırlamakta çok zorluk çekecekler.

Akçahatipler köyünde, inşası yeni bitmiş ahşap bir evde başlayan hayat yolculuğunda sekiz buçuk yılımı geçirdiğim Çaycuma şehir merkezindeki yıllarım. İlkokul dördüncü sınıf, ikinci yarısından lise sona kadar. Ortaokuldan sonra bir yıl ara… Hepsi sekiz buçuk yıl.

1970 yılı Şubat ayı sonunda Çaycuma ile tanıştım. İlkokul dördüncü sınıfın ikinci yarısı idi. Önce Barbaros İlkokulu’nda Mustafa Kabuk’un sınıfına verildim. Kısa bir süre sonra da Hadiye Püren’in sınıfına. 5. Sınıfı da o yıl yeni açılan Kutlutaş İlkokulu’nda okumuştum. Öğretmenimiz Nükhet Özcan idi… Daha sonra eşi Celalettin Özcan da ortaokulda Türkçe öğretmenim olacaktı. Babacan tavırları her zaman gözümün önündedir.

Barbaros’ta okuduğum dönem sınıflar sobalı idi. Ertesi yıl Kutlutaş kaloriferli… Sonra Barbaros da kaloriferli olmuştu. Barbaros İlkokulu’nda, soba üstünde, Hadiye Püren hanımın yaptığı bir deney bu günkü kadar canlıdır, hafızamda… Deneysel eğitimin ne kadar önemli olduğunun en büyük kanıtıdır, benim için. Deney vakumla ilgili idi. Boş bir yağ tenekesini sobanın üstünde ısıtan öğretmenimiz sonra tenekenin ağzını kapattı ve tenekenin içine hava girmesini engelledi. Sonra da tenekeyi yere alıp üzerine soğuk su döktü. Teneke birden büzülmeye başladı. Bunun nedeni, teneke kutu içinde ısınan havanın bir kısmı dışarı çıkması ve sonra ağzı kapatılıp soğuyunca da havanın hacimce küçülmesiydi. Azalan hava hacmine karşın, dışarıdan hava giremeyince teneke içindeki basınç düşüyor, dışarı ile iç bölge arsındaki basınç farkı da tenekeyi büzüştürüyordu. Nedenini tam anlayamasa dahi o yaştaki bir çocuk için bir tenekenin el değmeden eğilip-bükülmesi önemli bir deneydir.

Aynı günlerde, anlatılan bir dersle mi ilgili bilmiyorum ama bir mıknatısım olmasını isteyişim ama nereden nasıl bulunur/alınır bilmeyişim… Sonra bir gün şimdi Akbank’ın bulunduğu yerde bir berberde tıraş olurken berberin toplu iğnelerini koyduğu mıknatısı görüp nereden aldığını sormuştum. O da; “ben sana satayım” demişti. Epey sonra ikibuçuk lirayı denkleştirip berberden mıknatıs satın almıştım. Sonra da kendi kendime mıknatıs, pil, fener ampulü ve tellerle, mıknatısın elektriği çekip çekmediğini denemem… Gök gürültülü, şimşekli bir gecede de “Ya yıldırım çekerse!” korkusuyla mıknatısı, babamla birlikte kaldığımız, kulübenin dışında uzak bir yere saklamam…

Bir gece ya da akşamın geç saatinde babamın beni uyandırıp gökyüzünde kuyruklu yıldıza benzer bir şey göstermesi. 1970 yılı ilk yarısında bir kuyruklu yıldız vak’ası var mı acaba?

Babam önce Barbaros sonra da Kutlutaş ilkokulunda hizmetli (hademe, müstahdem) idi. Kutlutaş açılıncaya kadar kalorifer dairesinin bitişiğindeki bir odada kalıyorduk. Sonra orası kaloriferci odası olduğundan, orayı boşaltıp kiraya çıkmak zorunda kalmıştık.

Kutlutaş İlkokulu adını SEKA Çaycuma Selüloz ve Kağıt Fabrikası’nın inşaat işlerini yapan firmanın adından alıyordu. Beşinci sınıfta iken bir gün ders esnasında helikopter sesi duyuldu. Öğretmenimiz Nükhet Özcan hanım, fabrikaya geldiğini söylemişti. Fabrika, Çaycuma’nın bir köy halinden kentleşmesine doğru giden yolda ilk adımlardan biri olmuştur. Çaycuma, başta İzmit olmak üzere diğer kentlerden göç almaya başlamıştı. Örneği Zonguldak’ta bile olmayan geliş-gidiş ayrı olmak üzere yeni caddeler açılıyordu. Mevcut sinemalara bir yenisi daha ekleniyordu: Yabancı filmlerin oynadığı Seka Sineması. Çaycuma kentleşiyor, değişiyordu…

Sonra ortaokul yıllarım… Çok az şey hatırladığım yıllar. Ancak hiç unutmadığım şeyler de var: Matematik öğretmeni Ali beyin sıra dayağı ilkelliği yanında, İhsan beyin (Köktürk) yılan ve kurbağa deneyleri modernliği, coğrafyacı Gürbüz beyin, deftere harita çizerken atlastan kopya alabileceğimizi söylemesi… Hayret bir öğretmen bakarak değil de kopya ile harita çizebileceğimizi söylüyordu.

Bu arada babamla birlikte kaldığımız Barbaros ve Kutlutaş okullarının bahçesindeki kulübeden, köyden tanıdık bir ailenin hastane yakınındaki eski ve boş duran evine taşınmamız. Çaycuma’nın ortasında elektriği, suyu olmayan bir ev… Açlıkla tokluk arasında geçen günler, yoksulluk. Ayakkabı boyacılığı, okulda düşen notlar ve daha neler.

Lise yılları kendi başına sayfalar sürecektir. Belki gelecekte bir gün onlar da yazılacak. Diğer hocalarıma haksızlık etmek istemem ama daha lise birinci sınıfta Tübitak Bilim ve Teknik dergisi ile tanışmamı sağlayan Fikret KİLİT hocamı ve kendiliğinden benim için Ankara’dan üniversite hazırlık kitabı getiren matematik hocam Cemal ÖZBOĞA’ya saygılarımı göndererek şimdilik bu yılları atlayacağım.

Çaycuma’da sinemalar… Seka Sineması hariç biri kapalı, ikisi yazlık olmak üzere üç sinema salonu vardı.. Seka Sinemasının, Seka çalışanları dışındakilere yasaklı dönemleri oldu ama tam hatırlayamıyorum; ilk günler mi yasaktı, sonraları mı yasak oldu… Aynı şey Seka Sosyal Tesisleri için de geçerli. Lise yıllarındayken İGD (İlerici Gençler Derneği) ve TÖBDER’in (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) sosyal tesislerin halka açılması yönünde eylem yaptığını hatırlıyorum. Hatırladığım bir başka şey de halka açılan tesislerde, okey ve tavla oynayanların çıkardığı uğultu ve okey taşı sesleridir… O eylemlere katılmamıştım ama o günlerden kalan bir yanım var: Kapısında “Üye Olmayan Giremez” yazan yerlere karşı hep bir çekingenlik ve elimde olmadan tepki duyarım. Sanki içeriye girersem biri gelip “Hadi çık” diyecek ve ben itiraz edeceğim ve tartışma çıkacak… Bir türlü içimden atamadığım bir duygu oldu bu. Annemin hep “Aman oğlum kimseye uyma” sözleri gelir aklıma. Saçmalığını bildiğin bir şeyden bir türlü kurtulamamanın sıkıntısıdır benimkisi…

Zonguldak’tan itibaren elli kilometrelik karayolu ne uzun zamanımı aldı. Ne kadar çileli, bitmez tükenmez, dolambaçlı, girdaplı, bıçak sırtı bir yol. 1978’de Çaycuma Lisesi’nden mezun olup, o zamanki adıyla Zonguldak Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi’ni (ZDMMA) kazanmamla başlayan, sonra yüksek lisans ve doktora eğitimleri için Yıldız Üniversitesi’ne gidişim. Üniversitede araştırma görevliliğim ve nihayet öğretim üyeliğine gelişim. Kırkbeş dakikalık yol boyunca bütün aradaki yıllar (bilmem kaçıncı kez yeniden) gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti.

Esas olarak Çaycuma ile bağım hiç kopmamıştı ama beş-altı önce, yıllardır görmediğim Elmalık’ı ve Mimar Sinan İlkokulu’nun bahçesini görmek için gittiğimde Elmalık’tan geriye bir şey kalmamış olduğunu, ağaçların kesilip yerine beton binalar dikildiğini ilk gördüğümde, gözlerimin buğulandığını hatırlıyorum. Bu kesip atma, yıkıp yok etme ve tüm söylemlerimizin tersine arka plandaki maddeye tapınma konusu ayrı bir yazıya kaynaklık edeceğe benziyor. Asıl can acıtıcı olan bu yaşam kültürsüzlüğümüz. Bir gün bu ülkede teknolojik olarak gelişmiş, ekonomik olarak refah toplumu olsak bile yaşam kültürümüzü geliştiremeyeceğimiz korkusuna kapılmama neden olan toplumsal yapımız.

Bu gün Demokrat ÇAYCUMA gazetesine gidiyorum. Gazetenin Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü Sami DİNÇ, ilk ve ortaokuldan sınıf arkadaşım. Genel Yayın Sorumlusu Hasan ATAMAN ise ortaokuldan müzik öğretmenim… Değerli dostum Erol ÇATMA sayesinde birkaç ay önce abone olduğum bu gazetede, yol boyunca izlediğim kendi filmimin hikayesini yayınlatabilecek miyim bakalım. Benim iki sayfada anlatmak istediğimi Ahmed Arif, Suskun adlı şiirinde bakın ne kadar güzel özetliyor:


Rüya, bütün çektiğimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram…

Zonguldak, 3 Eylül 2002

NOT
Bu yazı 6 Eylül 2002 tarihinde Demokrat Çaycuma Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.