İtalyan yönetmen Giuseppe Tornatore’nin senaryosunu yazıp yönettiği, bol ödüllü, Cinema Paradiso (Cennet Sineması) en beğendiğim ilk beş film arasına girer. Filmde, Sicilya’nın küçük bir kasabasında, 1940’lı yıllarda küçük bir çocuğun (Toto’nun), o zamanlar toplumsal eğlencenin nerdeyse tek aracı olan sinemanın makine dairesine olan tutkusu çerçevesinde gelişen olaylar anlatılır. Toto, annesi ve kendinden küçük kızkardeşi ile yaşamaktadır. Babasının, Rus cephesinde savaşırken öldüğü haberi gelmiştir. Toto’nun film sevdası, yaşlı makinist Alfredo ile dostluk kurmasını sağlamıştır. Alfredo, selülozik filmlerin tutuşmasıyla çıkan yangında gözlerini kaybedince, makineyi kullanmayı bilen tek kişi olarak; Toto’nun çocuk yaşta makinist oluşu, arka planda II. Avrupa Büyük Savaşı ile birlikte çok güzel işlenmiştir. Alfredo, Toto’nun makinist olmasını istememektedir. Çünkü makinist olmak demek daracık bir odada, hücre mahkumu gibi bir ömür geçirmek demektir. Toto büyüyüp delikanlı olunca Alfredo ona “git bu kasabadan ve bir daha asla geri dönme” der. Seyrettiği yüzlerce filmden, başka dünyaların varlığını gören, buna rağmen kendi dünyasını üç adımlık makine dairesine sığdırmak zorunda kalan Alfredo, belki de kendi yapamadığını Toto’nun yapmasını istemektedir.
Başta bu öneriye yanaşmayan Toto, sevdiği kızın varlıklı ailesi, kızı ondan uzaklaştırmak için başka bir şehre taşınınca kararını verir ve kasabasını terk eder. Roma’da yaşayan Toto ünlü bir film yönetmeni olarak ve tam 30 yıl aradan sonra ilk kez, Alfredo’nun cenazesi için döndüğü kasabasının yolunda bütün hayatının bir muhasebesini yapar. Kasabaya vardığında, oranın zaman içinde geçirdiği dönüşümü gözlemler. Bu arada ilk aşkı ile karşılaşır; O artık bir genç kız annesidir.
Toto gitmeyip kalsaydı ne olurdu? Bunun yanıtını vermek zor. Ancak kendimizle ilgili sorular sorup onlara yanıt verebiliriz belki (Ya da veremeyiz!).
Hangi ülkenin, hangi şehrinde; hangi mahallenin, hangi ailesinde dünyaya geldiğimiz bizim seçimimize bağlı değil. Bir şekilde doğuyor ve büyüyoruz. Peki! Elimizde olsaydı, yine aynı yerde, aynı ailenin bir ferdi olarak doğmak ve aynı koşullarda büyümek ister miydik?
Dünyada, bu soruya dürüstçe “Evet” diyecek kaç kişi vardır acaba. Kaç kişi Toto gibi alıp başını gitmek istemiştir de gidememiştir. Gidememiştir çünkü aile bağları var. Gidememiştir çünkü el-alem ne der! Gidememiştir çünkü “kestane çıktığı kirpisini beğenmemiş” sözüne muhatap olmaktan korkmuştur.
Gitmeyince, gidemeyince ne oluyor. Eğer çevrenle aynı paralelde gelişip değişiyorsan mesele yok. Ya farklı dünyalarda yaşıyorsan! Bir yanın hala köyde ise örneğin… Hatta akrabaların çağdaş düşüncenin, eğitimin asla uğramadığı köyde ya da kenar mahallede yaşıyor ve cehaletinden memnun ise oysa sen dünya bazında yaşamaya çalışıyorsan… Sonuç tam bir felaket… Çünkü elinde olmadan içine doğduğun çevrenle konuşabileceğin ortak iki konu bulamazsın. Ne onlar senin entelektüel kaygılarını anlamaya çalışırlar ne sen onların hiç değişmeyen iki karış toprak kavgasını dinlemek istersin. Akraba da olsa çıkar ilişkileri ağır basar ve senin yaptığın işe değil aldığın maaşa göre saygı duyarlar. Ve sen sadece zor günde yardım için hatırlanan Makro Paşa’ya dönersin. Yaptıklarıyla, yaşadıklarıyla, sana yaşattıklarıyla aslında seni hiç düşünmediklerini anlarsın. Anlarsın ama öyle şartlandırılmış, öyle psikolojik kumpaslar arasına alınmışındır ki bağlarını koparıp atamazsın. Aile bağları değil tenini, kemikleri bile ezse dönüp sırtını gidemezsin.
Belki erken yaşlarda gitmek gerekiyor. Hem de bir daha dönmemek üzere… Herkes bir kere yaşayacağı ömrünü istediği gibi yaşamalı belki de… Yoksa belli yaştan sonra Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiiriyle avunmak kalıyor: “Ne doğan güne hükmüm geçer / Ne halden anlayan bulunur / Ah aklımdan ölümüm geçer / Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.” Gidebilenlere saygıyla…
Zonguldak Belediyesinin Dikkatine
Daha önce de defalarca yazdım. Gelip geçerken çok sayıda kişinin kendi kendine ya da yanındakine söylendiğine de tanık oldum. Ancak halk taleplerini ilgili yerlere iletmede kusurlu, yöneticiler ise sadece yetkilerinin farkında ancak sorumluluklarının farkında değil gibi davranıyor.
Uzun söze gerek yok. İlköğretim öğrencilerinin, gece yarısına kadar üniversite öğrencilerinin ve halkın yoğun olarak kullandığı, Üniversite’nin iki giriş kapısı arasındaki yüzelli metrelik yoldan bir fotoğraf aşağıda. Soru şu: Yayalar nereden yürüyecek? Yukarıda yapılan kazıdan yuvarlanabilecek taşlara karşı taşıtların ve yayaların güvenli bir geçişini sağlayacak önlemler nerede? Hadi onu bırak, yayaların yürüyebileceği doğru dürüst kaldırım nerede.
(Fotoğraf: M. Eyriboyun)