Skip to main content

Picasso Komünistmiş!

(Bu Kış Komünizm Değil Komünist Geldi)

Geçen hafta Zonguldak’taki sergilerden bahsetmiş ve yazının sonunda “… Picasso’nun (Türkçede Pikasso okunur, doğumu 1881, ölümü 1973) resimlerini görmek için İstanbul’a gidenler, Zonguldak’taki sergileri gezdiler mi acaba?” demiştim. Cevap beklemeye gerek yok tabii ki büyük çoğunluğu gezmedi. Bu bir önyargı değil; gezmediklerini biliyorum. “Onlar resim sanatına, hatta genel olarak sanata duydukları ilgiden değil, Sabancıların Atlı Köşkü’nü görebilmek için reklamlardan etkilendikleri için ve de çevrelerine caka satmak için gittiler” desem bu yargısız infaz olur. Bunu ben yapmam ama yapanlar çıkabilir. Bunun yanıtını da sergi için İstanbul’a gidenler düşünsün. Bu konuda fazla konuşmadan sözü önce Zülfü Livaneli’ye vermek istiyorum (20 Aralık 2005 tarihli, Vatan gazetesinden):

““Pablo Picasso politik bir sanatçıydı.

Pablo Picasso muhalif bir aydın olarak kendi ülkesindeki rejime karşı çarpışmış ve ömrünü sürgünde tamamlamış bir “asi”ydi.

Pablo Picasso parti mensubu bir komünistti.

O ünlü Guernica tablosu, Komünist gençlik örgütleri tarafından yaptırılmış ve dünyanın her yerinde sergilenmişti.

Hatta Murat Bardakçı’nın belirttiğine göre Türk komünistlerine maddi yardım sağlamak için onlara bir tablo da hediye etmişti.

(Türk komünistlerinin alacakaranlıkta kalmış tuhaf tarihçesi bu tabloyu iç edenlerin bulunduğunu gösteriyormuş. Ben bunu okuyunca hiç şaşırmadım ama üstüne gidilmesi ve bu isimlerin açıklanması gerekmez mi?)

Picasso eğer o yıllarda İspanyol milliyetçilerinin eline geçseydi, Lorca ve diğer birçok sanatçı gibi kurşuna dizilirdi.

Keşke sergiye gidenler Picasso’nun faşizme karşı verdiği mücadeleyle de ilgilenseler.

***
Mesele Picasso’nun komünist olup olmaması değil, politik tavra sahip bir sanatçı olması.

Bu “muhalif tavır” tarihin değişik dönemlerinde ve değişik ülkelerde farklı biçimlerde ortaya çıkabilir.

Eğer ülkenize faşizm gelmişse Picasso gibi bir komünist, eğer ülkenizde komünist baskı varsa Pasternak, Soljenistin, Sakharov gibi bir anti-komünist olabilirsiniz.

Yani meselenin özü ideolojide değil, muhalif olmakta.

“Muhalif olmak şart mı” diyebilirsiniz.

Bence sanatçının bir görevi de budur. Gördüğü adaletsizlikle mücadele etmek, insan hakları ve özgürlük gibi temel kavramları savunmak, işkenceye, zulme karşı koymak, benim anladığım sanatçının olmazsa olmazıdır.

Ama bu muhalefet ülkesine ve ulusuna değil, rejime yönelmeli.

Rejimler gelir gider ama insanın ülkesi ve halkı değişmez.

Picasso gibi muhalif sanatçılar ülkelerine, halklarına ve kültürlerine aşkla bağlı insanlardı.
Bugün en büyük yurtseverler olarak anılmalarının sebebi budur işte.””

Nereden nereye, diyesi geliyor insanın. Komünist Picasso’nun sergisini, Türkiye’de Kapitalizmin “hakiki” ağa babası Sabancılar getiriyor. Çünkü ancak onların maddi gücü ile böyle bir organizasyonun üstesinden gelinebilir. Çünkü Picasso her şeyi ile pahalıdır. Çünkü o, toplumsal normların etrafına ördüğü kalıpları kırmasını bilen büyük bir sanatçı idi. İspanya’da kalsa devlet eliyle canına okunurdu. Ancak halk onu bağrına basmış olmalı ki Picasso ortaya çıktı. Bizde de öyle insanlar vatan haini ya da en azından rejim düşmanı ilan edilip hayatları karartılmıştır. Picasso’nun çağdaşı büyük şair Lorca, İspanyol milliyetçileri tarafından kurşuna dizilmiş. Bizde olsaydı bulunduğu oteli ateşe verirdik. Sonra devlet büyüklerimiz çıkar olayı çözmek adına “şeref sözü” verirlerdi. Ancak olay yine çözülmezdi.

Picasso’yu, Picasso yapanın ne olduğunu düşünürsek bunu her şeyden önce kişiliğinde aramak gerek. Ancak madalyonun öbür yününü de görmeli: Sanatçıyı sanatçı yapan biraz da onun yaşadığı çevre değil midir? Türkiye’den niçin büyük bilim insanları, niçin büyük sanatçılar çıkmıyor diye hayıflananlar bir de şu soruyu sorsalar kendilerine: “Türkiye’den niçin büyük sade vatandaş, büyük sıradan insan çıkmıyor?” Şimdi “Hem büyük, hem sıradan nasıl olunur?” diyorsunuzdur. Onu, yılda 17 bin kişiye bir kitap basıldığı günümüzden, kişi başına hiç değilse yılda bir kitap basıldığı güne vardığımızda anlayacağız.

Böyle başa böyle tarak mı? Genel olarak bu doğrudur ancak Türkiye’de her alanda büyük insanlar çıkmıştır, çıkıyor da… Toplumun büyük çoğunluğu, üniversite diplomalılar dahi bunun farkında değil. Halkımız sanata, bilime ilgi duyup o alanda faaliyet gösterenlere hiç değilse şarkıcı, manken, futbolcu kadar değer verirlerse, bizdeki Picasso’lar daha berrak görülebileceklerdir. O zaman, “Tükürürüm böyle sanatın içine” diyen belediye başkanlarından, halkın oyları ile oturduğu başbakanlık koltuğundan kendisini darbe ile uzaklaştıran generallerle sarmaş-dolaş olan devlet adamları görmekten de kurtulduğumuz günler olacaktır. Her güzel şarkı söyleyen nasıl sanatçı olamazsa, örneğin güzel resim yapsa dahi bir darbeci general de asla sanatçı olamaz. Çünkü sanat muhalif olmayı gerektirir.

Picasso konusunda internette pek çok yazı vardı ama özellikle Zülfü Livaneli’den alıntı koydum. 1980’li yılların ikinci yarısında bir gün, asistan olarak çalıştığım bölümde Zülfü Livaneli’nin bir kasetini dinliyordum. Bölüm başkanı “birilerine mesaj mı veriyorsun” türünden bir şey söyleyerek olumsuz bir “mesaj vermişti”… Sokakta satılan kaseti dinlemek yasadışı faaliyet gibi algılanıyordu. Sanırım sade vatandaşlar kadar bazı bilim insanlarımızın da demokrasi anlayışlarını geliştirmeleri gerekiyor.

Güneş Tutulacak

29 Mart 2006 Çarşamba günü Türkiye’nin kuzeydoğusundan, güneybatısına doğru bir kuşak üzerine ayın gölgesi düşecek. Gölge içinde kalanlar o anda güneşi göremez olunca buna güneş tutulması diyecekler. Evrensel ölçekte hiçbir önemi olmayan bu olay, insan yaşamı için ne kadar önemli görünüyor. 1950’lerde bir gece ay tutulması sırasında, ayı tutan canavarları korkutmak için dinamit patlatmaya çalışan babam, dinamitin elinde patlaması üzerine iki parmağını ve bir gözünü kaybetmiş. Zonguldak’tan izlenmeyecek gerçi ama meraklısı var da izlemeye gidecek ise tutulma sırasında bile olsa güneşe çıplak gözle bakmayınız. Tübitak Bilim ve Teknik dergisi dergi içinde bir de gözlük veriyor. Meraklısına duyurmuş olalım.

NOT
Bu yazı, 28 Mart 2006’da Zonguldak’ta çıkan yerel Halkın Sesi gazetesinde yayınlanmıştır.