Skip to main content

Kayıt(sızlık) Parası

Her yıl Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlı ilköğretim okulları açılırken aynı tartışmayı yaşıyoruz: Kayıt parası. Bakan, il müdürleri çıkıp velilere vermeyin der, müdürler ister. Sonuçta bir iki haftalığına kıyamet kopar. Sonrası süt liman… Bu sene tartışmaya bir de gizli kamera kaydı çıktı. “Okula kayıt” parası vermeyen veli, daha ucuza olmalı ki “videoya kayıt” parası vermeyi tercih etmiş anlaşılan. İşin şakası bir yana, durum ciddi.

Bu tartışmalar lise veya üniversite kayıtlarında değil de niçin ilköğretimde yaşanıyor? Çünkü ilköğretim “zorunlu”. Yani vatandaşın ‘ben çocuğumu ilköğretime göndermem’ deme hakkı yok. Devlet, ‘zorunlusun, göndereceksin’ diyor. 8 yıllık temel eğitimi zorunlu tuttuğuna göre, devlet, eğitim için gerekli bütün masrafları üstlenmek durumundadır. Zaten anayasamız ve yasalarımız “eğitim ücretsizdir, herkese açıktır” demekte ve devlete ücretsiz eğitim sağlama görevi yüklemektedir ancak bu, uygulamada laftan öte geçemiyor. Pek çok konuda olduğu gibi vatandaşın devlete güvenini sarsan durum, bizzat devleti yönetenlerce yaratılmaktadır. Böyle durumların listesini tutsak bu gazetenin bütün sayfaları dolar herhalde.

Kayıt(sızlık) Parası

Halk gelişime açık. Çocuklarının eğitim ve öğretimi için elinden geleni, son kertesine kadar yapmaya çalışıyor. Çocuğunu dershaneye gönderiyor, yetmedi özel hoca tutuyor, o da yetmedi, özel okullara veya üniversitelerde, öğrenim harcı normalden daha yüksek olan ikinci öğretime gönderiyor. Çocuklarının lise ve üniversite öğrenimi için bu kadar harcamayı göze alan aileler, sıra ilkokula gelince niye bu kadar itiraz ediyor. İstenen parayı ödeme gücünden yoksun insanlar mutlaka vardır. Ancak asıl mesele daha başka olsa gerek… Bazılarında okul idaresine güvensizlik, bazılarında daha önemli olarak, siyasal otoritenin sürekli halkı kandırmaya dönük söylemlerine tepki vardır. Bakanlar (önceki hükümetlerde olduğu gibi) velilere kayıt parası vermeyin diyor. Pekiyi, okulun ihtiyacı olan sobasına/kazanına yakıt, boya-badana, tuvaletine sabun, su, tahtasına tebeşir, kesen ampulün yedeği, düşüp bayılan, yaralanan öğrencinin velisine haber vermek için telefon paraları nereden karşılanacak. Bunun cevabını veren Milli Eğitim Bakanı yok. Hani bir laf var ya, “Bize bakan değil, gören lazım” diye… İşte durum bu. Bakan var, memleketin halini gören yok. Çok partili siyasal yaşama geçtiğimiz günden beri siyasetçilerin ikiyüzlülüğü, bu ülkenin bir numaralı sorunu olmuştur. Bunu en sağından, en soluna hiç bir parti ayrımı yapmaksızın söyleyebiliriz.

Madalyonun öteki yüzüne gelelim… Halk olarak asıl şikayetlerimizin kaynağı neresi? Daha somutlaştırırsak; bu siyasetçiler nereden geliyor? ‘Odunu aday göstersem seçtiririm’ anlayışı hala egemen değil mi? (Kaldı ki odun gene yontulmuştur.) Süleyman Demirel’in başbakan olarak, müsteşarı Turgut Özal’a hazırlattığı 24 Ocak Kararları (1980) ile uygulamaya sokulan serbest piyasa ekonomisi kuralları ile devletin sosyal nitelikleri önce budanmış, son yıllarda ise tamamen yok edilmiştir. Özel okul, özel ders, dershane furyası almış gidiyor. Sınavlarda devlet okullarının yeri sonlarda kalıyor. Bir özel okul Milli Eğitim Bakanını reklamında kullanmakta beis görmüyor, anlaşılan bakanlık da bundan rahatsız olmuyor. Devlet okullarından sorumlu ve yetkili bakan, kendi okullarının değil özel okulun reklamında… Gerçi reklam gayet ince hazırlanmış. Sanki okul reklamı değil de veliler adına yapılmış teşekkür ilanı gibi ama o zaman neden bütün Zonguldak caddelerini, duvarlarını doldurdu bu ilan ve ederini kim karşıladı, bu da ayrı soru… Bakanlık, okul yöneticilerinin başarısını okullarından mezun olup, sınav kazanan öğrencilerinin sayısı ile tartıyor. O zaman da müdürler öğrencileri başarılarına göre sınıflara ayırıp daha çok öğrencinin sınav kazanması için kendilerince çözüm üretiyor ama aslında farkına varmadan insanlık suçu işlemiş oluyorlar.

Bir başka yanımız: Vatandaş her şeyi devletten bekliyor ama seçim zamanı “özelleştireceğiz” diyen siyasi partiye oy veriyor. Öğretmenler “eğitimde özelleştirmeye hayır” diyen sendikaya değil, iktidarların dümen suyuna giden sendikalara üye oluyor. Geniş halk kitleleri, yaşadığımız her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu anlamak istemiyor. O zaman sonuç bu. Kendi düşenin ağlamaması gerekiyor.

Bu sözlerime karşılık, “ama halkın haber alma kaynakları sınırlı ve yönlendirilmiş, halk televole kültürüne zorlanıyor” vs. gibi onlarca gerekçe sıralanabilir. Böyle diyenlere karşı sözüm şudur: Hangi ülkede egemen sınıflar, halkı bilinçlendirmeye çalışmıştır ki? Bugün imrendiğimiz zengin batılı ülkelerde halk, bıçak kemiğe dayanıp, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri kalmayıncaya kadar insanlık dışı şartlarda ikiyüz yıl kadar çalıştı. Bu konuları benden çok daha iyi bilen, analiz edebilen yüzlerce insan var bu kentte. Dilerim onlar da yazarlar ve daha geniş tartışılır bu konular.

Köy Enstitülerinin, Türkiye haritası üzerindeki yerlerine bakarsanız büyük bir titizlikle eşit dağıtıldığını görürsünüz. Artık eğitim-öğretim çevrelerinde dahi “eğitimde fırsat eşitliği”nden bahsetmek galaksi dışı yaratıklardan bahsetmek kadar tuhaf karşılanıyor. Bunu sürekli dillendiren örgütler de gerek yanlış kişilerin yönetimleri ile ama daha da çok egemen ideolojinin usta akıl hocalarınca bir şekilde toplum dışına itilebiliyor. Geçen hafta bilişim fuarı için gittiğim İstanbul’da, Kadıköy meydanında Halkevleri adına imza toplanıyordu. Konu: “Parasız Eğitim, Parasız Sağlık-Bir İmza ile katıl, Bir milyon imza ile değiştir” idi. Durup biraz izledim; gelen geçiyor, gelen geçiyor. İmza atan pek az… Yani çoğunluk, bu tür yasal taleplere KAYITSIZ. O zaman okullarda ödenen KAYIT parası değil, KAYITSIZLIK parası oluyor. Tabii kurunun yanında yaşlar da yanıyor. Yakanlar bilir, yaş odun ısındıkça dışarıya suyunu salar ve bu esnada ıslık veya çığlık sesine benzer sesler çıkar. Ama bu sesleri ancak duymak isteyenler duyar.

NOT
Bu yazı, 20 Eylül 2005’de Zonguldak’ta çıkan yerel Halkın Sesi gazetesinde yayınlanmıştır.