Bir haftadır, Amerika Birleşik Devletleri’ni (ABD) vuran Katrina kasırgası ile ilgili haberleri izliyoruz. Ölü sayısının onbini bulabileceği yazılıyor. 4 Eylül 2005 Pazar günü Hürriyet’in internet sayfalarında konu ile ilgili haberlerden birinin başlığı şöyle: “Bush’a oy vermeyen siyahlar ölsün mü(*)” Haberin içinde ABD içinde değişik kesimlerden gelen tepkilere yer verilmiş. Bütün eleştiriler, ABD’nin afetzedelere yardım ulaştırmada yetersiz kaldığı ve Bush yönetiminin yanlı davrandığı yönünde. Üç farklı kişinin yorumlarına bakalım:
Jesse Jackson: Demokrasiyi inşa etmek için, Irak’a ulusal muhafızları, helikopterleri ve kaynaklarımızı gönderdik. Ama New Orleans’ı kendi haline bıraktık.
Aktör Pierce Brosnan: Amerika, Başkan Bush denilen şahsın umurunda mı bilmiyorum.
Felaketzede Leroy Fouchea: Burada, Amerika’da yiyecek beklerken öldüler.
Hürriyetim.com.tr’deki haberin altında okuyucu yorumları kısmında bir vatandaşımızın yorumu bire bir (imla ve yazım hataları ile) aşağıdaki şekilde:
“Yine amerika,dünyanın en çok doğal felaketinin yaşandıgı yer,dünyada yarattığı zulmün masum ve savunmasız insanlara çektirdiklerinin karşılığını aldıgının ah aldığının farkında değil bile.gücüyle aldığı hayatları,felaketlerle ödemeye mahkum amerika,ama ne yazıkki olan hep masum insanlara oluyor böyle olmayada devam edecek.insan hakları savunucusu amerika sınıfta kaldı denmiş,bu mali sıkıntıdanmı hayır siyahların çoğunlukta olduğu için,itiraf etsinler artık dünyanın 1numaralı ırkçı ülkesi amerika”
Etrafımızda, konuştuğumuz insanların çoğu bu vatandaşımız gibi düşünmektedir. Yani ABD diğer ülkelere yaptıklarının ahını almaktadır. Ancak ne hikmetse “ah” alan Bush yönetimi ama ölenler yoksul zenciler ve yaşlı beyazlar. Zalimin zulmü karşısında kendini savunmasız ve aciz hisseden kişinin böyle düşünmesi onu psikolojik olarak rahatlatır. Ancak doğal felaketleri ve olayları neden-sonuç ilişkisi ile açıklamak yerine, böyle “mazlumun ahı tuttu”, “Allah cezasını veriyor” vs. şeklinde açıklamanın hiç bir maddi dayanağı yoktur. Üstelik bu açıklama tarzı kişiyi, zalimin zulmünden de, doğal felaketlerden de kurtarmaya yetmez. Buna karşılık düşünme tarzımızın bilimsel olması gerekir. Nedir bilimsel düşünme yöntemi? Bilimsel düşünce yöntemi; doğal olayların, yine doğadan elde edilen bilgilerle açıklanabileceğini söyler. Bu sayede artık depremin, öküzün başını sallamasıyla ilgili olmadığını biliyoruz. Daha da ötesi yer kabuğundaki kırıkların (fay hatlarının) yerlerini dolayısıyla depremin nerelerde meydana gelebileceğini de biliyoruz. Depremi, neden-sonuç ilişkisi ile açıklayan toplumlar, önlemlerini alıp 7-8 büyüklüğünde depremde bile can kaybı vermiyorlar. Bizim gibi, doğal felaketleri ilahi bir gücün cezalandırması olarak açıklayan toplumlarda ise o depremlerin yüzde biri büyüklüğündeki bir depremde dahi can kaybı olmaktadır.
Pekiyi bilim ve teknolojide bu kadar ileri olan ABD yönetimi içinde bilimsel düşünce hakim değil mi de bu felaket başlarına geldi? ABD, bilim ve teknolojiyi ülke yönetiminde belki de en iyi kullanan ülkedir. Bush yönetimi tabii ki bilimsel düşünce ile hareket eder. Nitekim kasırganın geleceği birkaç gün önceden duyurulmuş ve bir milyondan fazla kişi kaçıp kurtulmuştur. Ancak gitmek için ve gittiği yerde konaklamak için parası olanlar kaçabilmiştir. Geriye yoksul Afrika kökenliler ile yaşlı beyazlar kalmıştır. Ki onların da; Bush ve temsil ettiği zihniyet için kıymet-i harbiyesi yoktur. Hatta ne Amerika, ne de dünyanın bir başka köşesi onların umurundadır. Onlar için önemli olan, temsil ettikleri petrol ve silah sermayedarlarının çıkarlarıdır. Çevre felaketlerinde ölen insanların önemi yoktur. Bizzat kendilerinin bu felaketten etkilenmemeleri yeterlidir. Nitekim onlar, uzun vadeli planlarında dünyada bu felaketlerden en az etkilenecek coğrafi bölgeleri ele geçirme planlarını şimdiden uygulamaya koymuşlardır. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Genişletilmiş Ortadaoğu Projesi (GOP) bu planın bir ayağıdır.
Kasırgalar ABD’de ve dünyada yeni değildir. Okyanus üzerinde oluşan kasırgalar hareket halindeyken okyanusa sahili olan ülkelerde çoğu zaman ölümlü felaketlere yolaçar. Ancak son yıllarda yıkımların büyük olması, sera etkisinden kaynaklandığı sanılan küresel iklim değişikliğine bağlanmaktadır. Sera etkisi, içinde soluk alıp verdiğimiz atmosferde bulunan başta karbon-dioksit ve metan gazlarının dünyamızı bir yorgan gibi sarmasıyla, yeryüzündeki sıcaklığın sürekli yükselmesini açıklamak için bilim insanlarınca ileri sürülmüş bir tezdir. Bu tezi doğrulayan bilimsel bilgiler mevcuttur.
Atmosfere salınan karbon‑dioksit miktarının azaltılması için uluslarası çalışmalar 1970’lerin sonlarında başlamıştır. 1992’de Rio Yerküre Zirvesi’nde “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” imzaya açılmış ve bugüne kadar yaklaşık 170 ülke bu sözleşmeye taraf olmuştur. Bu toplantıya o zaman bakan olan Bartın Milletvekili Köksal Toptan başkanlığında bir heyetin katıldığını hatırlıyorum. En son 1997’de Kyoto’da (Japonya) yapılan ve çözüm için somut öneriler getiren Kyoto Protokolü imzaya açılmıştır. Kyoto Protokolüne göre taraf ülkeler, saldıkları karbon-dioksit miktarını 2012 yılı sonuna kadar, 1992’daki düzeylerinin yüzde beş altına düşüreceklerdir. Ancak ABD bu sözleşmeyi henüz imzalamamıştır. Gerekçesi; sera etkisi ile karbon-dioksit salınımı arasında anlamlı bir ilişkinin kanıtlanmadığıdır. Bu konuda, bilim dünyasından da ABD’yi destekler şekilde düşünenler vardır.
Bütün Avrupa ülkeleri (en son Türkiye ve Rusya da dahil) bu sözleşmeyi imzalamış, ABD yine imzalamamıştır. Pekiyi o zaman baştaki sorumuza dönelim: “ABD’de bilimsel düşünce hakim değil mi?” Bilimsel düşünce insani duygular aşılamaz, sadece olguları açıklamaya yarar. “Yağmur ormanlarını yok ederseniz şunlar şunlar olur” der. Gerisi insanlığın ortak hareketine bağlıdır. Bu arada yeryüzünün oksijen kaynağı olan yağmur ormanlarının üçte biri, ABD’ye satılmak üzere yok edilmiştir.
Bush’un temsil ettiği yayılmacı ve yok edici zihniyet, işgaline en az zorluk çıkartacak toplumların, tecelliyi “ah etmek”te arayan kaderci toplumlar olduğunu gayet iyi bilmektedir. O nedenle bizim gibi ülkelerde, akla dayalı değil, dini esaslara uygun yönetimler tesis etmeye çalışmaktadırlar. Bu amaçları için gönüllü ya da satılmış, yerli işbirlikçileri kullanmaktadırlar. Çare her olayda “neden-sonuç” üzerine kafa yormaktan geçiyor. ABD’yi mazlumun ahı tuttu dersek, mazlumu kimin ahı tuttu da ABD’nin hışmına uğradı sorusuna cevap bulamayız.
(Küresel ısınma ve etkileri konusuna önümüzdeki haftalarda da devam etmeye çalışacağım.)