Skip to main content

Güle güle 2006!

Hayır yanlış okumadınız. 2006’ya güle güle diyorum. O zaman, “Yeni yılın ilk gününde bu da nereden çıktı” diyebilirsiniz. Yarını bu günden biliyorsanız, onu şimdiden yaşanmış, geçmiş sayabilirsiniz. 2006’da da aynı şeyleri konuşacağız, aynı yollardan yürüyeceğiz, aynı şarkıları söyleyecek, aynı küfürleri edeceğiz… Dolayısıyla ha 2005, ha 2006 fark etmez; hepsine güle güle!

Çok mu karamsar? Ben bildim bileli aynı şeyler yaşanıyor. Bazı büyük köşe yazarları, bunu kanıtlamak için 25-30 yıl önce yazdıkları bir yazıyı köşelerine aynen alıp, en altına da “Bu yazı …. tarihli … gazetesinde yayınlanmıştır” diye not düşüyorlar. Siz de o notu görünceye kadar yazının eskiye ait olduğunu anlayamıyorsunuz. Çünkü her şey bu günü anlatır gibi.

Neyse konuyu çeşitlendirelim. Bu takvim, yeni yıl, yılbaşı gibi kavramlara fazla kafa yormak anlamsız. Liradan altı sıfır attık ya… Yarın biri çıkar takvim benimle başlayacak der, başlarız yeni takvime göre kutlamalara. Ya da diyelim ki yıl 1000000 (bir milyon) oldu. Yazması okuması kolay olsun diye oradan da altı sıfırı atıp takvimi de sıfırlayabiliriz. Çok uzak bir gelecek değil mi: Yıl 1000000. Biz insanlar için sonsuz kadar uzak. Yeryüzü için yarından da yakın. Bir jeolog arkadaşıma odamdaki fosili gösterince, “bu çok genç, 15000000 (onbeş milyon) yaşında” demişti.

Üzerinde yaşadığımız Zonguldak toprakları altındaki kömür, en azından 300-400 milyon yaşındadır. Yani o yıllarda yerin yüzeyinde olan bitki örtüsü, şimdi yerin yüzlerce metre altındaki karaelmasımızı oluşturmuş. Jeoloji bilimi bize dünyanın geçirdiği dönüşümleri açıklıyor. Jeoloji, ne kadar güzel ve etkileyici bir bilim dalı. Keşke bu dalda, herkesin anlayabileceği şekilde yazılmış kitaplar yayınlansa. Meraklısına, yerkabuğundaki değişimleri hareketli şekiller (animasyon) halinde gösteren, Tübitak’ın internet sayfalarının adresini veriyorum: http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bilgipaket/jeolojik/KambrOncesi/index.htm

Yeryüzünde insanların ilk olarak ne zaman ortaya çıktığı henüz çok net olarak bilinemiyor. Ancak bildiğimiz bir şey var ki 2005 yıl önce yeni bir takvim başlamış. O takvime göre de 1000, 2000 gibi yıllara özel önemler atfedilmiş. 1000 yılında kıyamet kopacağını söyleyerek bugün batı diye adlandırdığımız Avrupa’da, o zamanlar, kilise yeryüzündeki toprak karşılığı cennetten toprak satmış. Oysa 1000 yılı sadece o takvim için önemli olabilir. Ondan önce kullanılan takvim de vardı. Daha sonra ortaya çıkan bizim de kullandığımız takvimler de var. Dini bayramları hala Hicri takvime göre kutluyoruz örneğin. Takvim konusu, üzerinde benim söz söyleyemeyeceğim kadar derin fakat o kadar da ilginç bir konu. Üzerine okudukça bu konudaki cehaletimi üzülerek fark ettim. O nedenle hiç girmesem daha iyi. Kimi güneş, kimi ay esaslı. Bir de her yıl zamana bir saniye eklenmesi konusu var ki, ucu atomik saatlere kadar uzanıyor. Bütün bunları düşünen, bulan insan beyninin bazı konularda hala tarih öncesinde kalması ne büyük trajedi.

Dünyanın tepsi gibi düz olduğunun düşünüldüğü; depremlerin, öküzün boynuzları üzerinde duran dünyanın sallanmasından kaynaklandığının sanıldığı çağlardan bu güne ne çok değişim yaşandı. Ki hepsi son üç-beş bin yıl içinde oldu. Einstein (Türkçede okunuşu: Aynştayn) zamanın göreceli bir kavram olduğunu söylerken bunu kastetmemişti ama zaman gerçekten nereden, ne amaçla bakıldığına göre değişen bir şey! Miladi takvime göre bir yıl daha geçti. Bir yıl daha yaşlandık. Takvim denen şey olmasaydı da yüzümüzdeki çizgilerin derinleşmesinden, saçımızın ağarmasından, diz ağrılarımızın artmasından biz gene yaşlandığımızı anlayacaktık. Takvimlerden bağımsız “yıl” kavramı olabilir mi? Yetişkin bir erkeğin kalbinin normal koşullarda, dakikada 60 ila 70 kere atması gerekiyormuş. Buna göre bir yıl demek, benim kalbimin ortalama 34 milyon küsur kere atması demek. Otuz dört milyon kereden fazla, “ha gayret” deyip kan pompalamak! Kalbimin işi ne kadar zormuş meğer… En zoru da bilgi çağı, iletişim çağı gibi isimler verilen bu çağda, açlığın ve savaşların varlığına isyan edip, mevcut duruma katlanmak zorunda olması sanırım.

Zonguldak’ta hava kirliliği

Yeni yılın ilk günü, hava bir önceki güne nispet yaparcasına, pırıl pırıl bir güneşle uyandık. Bu güzel günde, kentimizin üstünde kalın bir kirli hava tabakası, havanın ısınması sonucunda iyice yükselmiş ve denize doğru uzamış halde duruyordu. (Fotoğrafla bunu belgelemeye çalıştım, ancak baskıda siyah beyaza dönüştüğünde anlaşılır mı bilemiyorum.) Kışın herhangi bir gününde bacalardan çıkan kurumun, üstümüze, kar yağar gibi yağdığını, sabah arabaların üzerine baktığımızda daha net görebiliyoruz. Ciğerlerimize de aldığımız bu kirli hava kanser başta olmak üzere pek çok hastalığa davetiye çıkartıyor. Özellikle bazı günler havada lastik, plastik, naylon vs. gibi petrol türevlerinin yakıldığını gösteren kokular var ki bunların özellikle akciğer kanserine yakalanma riskini artırdığı bilinmektedir. Yeni yılda, çözüm için ortak akıl bulunması dileğiyle…

NOT
Bu yazı, 3 Ocak 2006’de Zonguldak’ta çıkan yerel Halkın Sesi gazetesinde yayınlanmıştır.