Geçen hafta (26 Nisan’da), Çernobil Nükleer Santralı kazasının üzerinden 20 yıl geçtiği bütün haberlerde bahsedilmişti. Oysa dünyada hemen her gün pek çok işkolunda, pek çok kaza olmakta. Pekiyi bütün o kazalar ertesi gün unutulurken; Çernobil’i 20 yıl sonra bile unutulmaz yapan nedir? Nükleer kaza olması. Nükleer ne demektir?
Nükleer; maddenin çekirdeğiyle ilgili, atomuna ait olan demektir.
Atomun parçalanıp, enerjisinin yüzbinlerce insanı öldürdüğü Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının atılmasından 30 yıl sonra dahi bizim kuşağın lise ders kitaplarında, maddenin bölünemez en küçük parçasına atom denir diye yazardı. Ders kitaplarına bilim ve teknolojinin bir türlü giremediği ülkemize, teknolojide ileri ülkelerin artık terk ettiği nükleer santral getirilmeye çalışılıyor. Nedir nükleer santral ve niçin karşı çıkmalıyız?
Atom bombası, atomun parçalanması sırasında ortaya çıkan ve Einstein’ın meşhur E=mc2 formülü ile hesaplanabilecek bir enerjinin, çok hızlı bir şekilde ortaya çıkması ve bunun yıkıcı/yok edici yanının kullanıldığı bir silahtır. Silaha karşı olup da atom bombasına karşı olmamak, açıklanabilir bir şey değildir.
Nükleer santral da atom bombasının patlatıldığı anda meydana gelen reaksiyonların özel bir ortamda, özel bir şekilde kontrollu olarak yavaşlatılmış halidir. Nükleer tepkime (reaksiyon) sonucu, bu özel ortamda meydana gelen ısı enerjisi, elektrik enerjisine dönüştürülür. Yani nükleer santral, aslında yavaşlatılmış bir atom bombası gibidir. Ancak kontrol elden kaçarsa, nükleer santral gerçek bir atom bombasına dönüşür.
Nükleer santral kurma heveslileri, artık kontrol sistemlerinin çok geliştiğini ve insan hatalarının hemen hemen yok edildiğini, sistemin çok güvenilir olduğunu söyleseler de durum yalnız bundan ibaret değildir. Her yönüyle düzgün çalışan bir nükleer santral dahi olsa bu sefer de atık sorunu ortaya çıkmaktadır. Enerji aktarımı bitmiş, kullanılmış nükleer yakıt çubuklarının ve yakıt zenginleştirme sırasında ortaya çıkan atıkların nerede nasıl saklanacakları da ciddi bir meseledir. Bu atıklar; ya çok kalın beton bloklar ya da kalın kurşun bloklar içine hapsedip okyanus diplerine bırakılmakta ya da derin kuyulara hapsedilmektedir. Daha da önemlisi atıklar ve kazalar konusunda firmalar açıkça bilgi vermeye yanaşmamaktadırlar. Bazı kazalar da kamuoyundan gizlenmektedir.
Nükleer tepkime sırasında ortaya çıkan ve gözle gürülemeyen ışınım dalgaları tıpkı röntgen ışınımı gibi canlı organizmalara hasar vermekte ve başta kanser olmak üzere ciddi sağlık sorunlarına yol açmaktadırlar. Ancak asıl tehlikesi, sınır tanımaması, bulut gibi her yere gidebilmesi, canlıların gen yapısının değişmesine neden olmasıdır. Bu da özellikle kolsuz, bacaksız ya da ne olduğu tam anlaşılamayan bebeklerin doğmasına neden olmasıdır.
Ülkemizde gelenek olduğu üzere, muhalefette nükleer santrala kaşı olan her siyasi parti, iktidara geldiğinde illa bir nükleer santral kampanyası başlatır. Önceki hükümetlerden, sırf nükleer santral gereksinimi var dedirtebilmek için ülke çapında elektrik kesintisi yaptıranlar bile olmuştu. Şimdi o hükümet yok, o bakan da yok. Bu hükümet ve bu bakanlar da yakın bir gelecekte olmayacaklar. Tabii ki halkın bilinçli çoğunluğu sayesinde nükleer santral da olmayacak. Sinop’ta 29 Nisan 2006 tarihinde yapılan ve Türkiye’nin her tarafından insanların katıldığı toplantı (miting) bunun müjdesini vermiştir. Sinop’ta, Uğur Mumcu Meydanı’ndaki o coşkulu karşı duruşu herkesin görmesini dilerdim. Gidemeyenler için detaylı bilgi ve fotoğraflar http://www.zonguldakbilgi.com/ adresinde bulunabilir.
İnanıyorum ki, orada toplanan insanlar yalnız Sinop’ta değil, dünyada nükleer santral kurulmasına karşı çıkıyorlar. Çünkü radyasyon sınır tanımıyor. (Fotoğraflar: M. Eyriboyun)