Skip to main content

Uğursuz Günler

Başlığa bakarak sakın ola ki; uğur, uğursuzluk, fal, nazar gibi akıl ve bilim dışı konularda yazacağımı sanmayınız.

Bazı gazetelerin Tarihte Bugün diye köşeleri vardır. Bu gazete dağıtıma çıktığında takvimler 24 Ocak 2006’yı gösteriyor olacak. 24 Ocak’ta ulusal günlük gazetelerin Tarihte Bugün köşelerinde neler yazacak acaba? Öne çıkacak iki konudan biri Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, diğeri de uğursuz 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları olacaktır sanırım.

Uğur Mumcu, araştırmacı gazeteciliğin en ciddi örneği idi. Ben özellikle bir kitabına da konu olan “Rabıta” olayını anımsıyorum. O’nun yaşıyor olmasından bazıları o kadar çok korkmuş olmalılar ki; değil bir kişiyi, on kişiyi paramparça edecek kadar patlayıcı koymuşlar otomobilinin altına. Belli ki “mutlak ölüm” emri verilmiş! Emri verenler de, emri uygulayanlar da bir türlü bilinemedi. Hoş bilinse ne olurdu acaba? Abdi İpekçi’yi öldürmekten hüküm giymiş, tescilli katilin Askeri Cezaevinden kaçırıldığını, yanlış hesap(!) sonucu bayram tatilinde salıverildiğini ve sonrasında üzerine karanfiller atıldığını gördük. Ne muteber katilmiş meğer! Kim bilir bunun üzerine, hala yaşıyorsa, Uğur Mumcu’nun katili yakalanmadığına üzülüyordur!

Mumcu zamanında varlardı ve hala da varlar; şimdi araştırmacı gazeteci denilince pastanelerin mutfağında fare kovalayan gazeteci, televizyoncular anlaşılır oldu. Bilinç bulandırma ve beyin boşaltma böyle oluyor işte. Katledilişinden bu yana “Uğur”suz kaldığımız 13 yılın ardından, bugün, Uğur Mumcu’nun hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.

Bir başka uğursuz gün 24 Ocak 1980… Tabii ki “işini bilen memurlar” için; Özal “Ben zengini severim” dediği için olsa gerek, iki günde zengin olan “köşe dönmeciler” için ve daha pek çok ne olduğu bilinmez sahtekârlar için “lale devri”nin başlangıcı da denilebilir. Ancak zamanını ve emeğini satarak geçimini sağlayanlar için 24 Ocak Kararlarının açıklandığı gün, kara bir gündür. O gün açıklanan ekonomik kararların sonuçlarını bugün yaşıyoruz. Evet, Türkiye’nin sahip olduğu pasta büyümüştür, ancak pastanın paylaşım şekli değişmiştir. Daha da önemlisi paylaşımın böyle olmasının normal olduğu geniş kitlelere benimsetilmiştir. Pekiyi paylaşım nasıl? 1970’lerde bütçeden yüzde otuz (%30) pay alan ücretli kesim, son yıllarda yüzde onbeş (%15) kadar pay almaktadır. Nüfusun üçte biri yoksulluk sınırının altında, beşti biri de düpedüz aç… Yani 10-15 milyon insan, günlük alması gereken gıdayı alamıyor. Artık bu cümlelerin bu aç insanlar da dahil, geniş kitleler üzerinde bir etki yarattığına da inancım kalmadı. Israrla söylediğim ve her zaman söyleyeceğim üzere, saçma sapan televizyon programları ile futbol ile devlet eliyle düzenlenen kumar oyunları ile insanlar aptallaştırıldı. Hatta insan olmaktan çıkartıldı. Yoksa her gün karşılaştığımız bu kadar kabalık, bu kadar kural ihlali, bu kadar yalan dolan başka türlü nasıl açıklanabilir.

Şimdi sokaklarda yaşamaya zorlanmış binlerce insan tinerci, kapkaççı vs. denilerek suçlanıyor, aşağılanıyor, horlanıyor. Çünkü onlar yolumuzu kesiyor, bizi soyuyorlar. Pekiyi, tezgâhın önüne sağlam, arkasına çürük domatesleri koyan pazarcı esnafının, manavın; bilmediğiniz bir şehirde bir kilometrelik yolu beş kilometreye çıkartan taksicinin; özel muayenehanesini rüşvet tahsilât bürosu olarak kullanan hekimin; karşı tarafla anlaşıp vekalet ettiği kişiyi satan avukatın yaptığı nedir? Bu da soygun değil mi? Ya banka hortumlayan saygıdeğer! işadamlarının, karakol basan işadamı ya da eski milletvekillerinin yaptıkları…

Ne alakası var diyenler varsa, onlara cevabım şu olacaktır: Bugün bu toplumda yakındığımız on konu var ise bunların yarıdan fazlasının nedeni; 24 Ocak kararları ve onların fikir babalarının esinlendiği dünya görüşüdür. Bu görüş şu an bütün gelişmiş ülkeleri sarmış görünüyor ancak hepsinde de toplumsal çürüme saklanamayacak düzeydedir. Ve insanları da Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre ruhsal sorunlar yaşamaktadır.

Türkiye’de de durum farklı değildir, olmayacaktır da. Üstelik bizde, batının üçyüz yıldır sömürgelerinden elde ettiği zenginlik ve kültür birikimi olmadığı için ayrıca akıllı olmak ile kurnaz olmak aynı şey zannedildiği için sorunları onlardan daha ağır yaşamamız kaçınılmazdır. Özellikle Kenan Evren’in, halkı emekli general Turgut Sunalp’in partisine oy vermeye çağırır gibi konuşma yapmasının ardından, Özal’ın darbe sonrasındaki ilk seçimi kazanacağından emindim. Ancak ikinci kez kazandığında yani 1987’lerde Türkiye’nin bu günlerde içine düşeceği durumu işsizlik, yoksulluk, kapkaç olayları vs. anlamında biliyordum. Arkadaşlarla sohbetlerimizde konuşurduk bunları. Şimdi de bir gelecek öngörüsü olarak şunu da söyleyebilirim ki: koşullar böyle devam ettiği sürece, önümüzdeki on, onbeş yıl içinde başta Arap ülkeleri olmak üzere dışarıya fahişe ihraç eden bir ülke haline geleceğiz. Eğitimsiz, mesleksiz, işsiz, yoksul, dünyayı algılamaktan yoksun insanların başka türlü karın doyurmaları mümkün olmayacak çünkü. Çıkış yolu zannettikleri yolun kötü yol olduğunu anlayamayacak kadar beyinleri köreltilmiş olacaklar. Televizyonların sürekli olarak nitelik ile değil çıplaklıkla, fiziksel güzellikle, iki gol atarak milyon dolarlık transfer ücreti alacak futbolcu olunacağı hülyası ile insanları oyalamaları boşuna değildir. Bütün bunlar sermayenin küreselleşmesinin, aynı bütünün parçalarıdır. Ne yazık ki, ülkemizin yakın geleceğinde durumunun daha iyiye gitmesi mümkün görünmemektedir.

24 Ocak kararlarının mimarı ve darbe sayesinde uygulayıcısı Özal ve fikren devamı sayılabilecek diğer politikacılar topluma sürekli olarak, yalan denmese bile, eksik bilgi vermişlerdir/vermektedirler. Örneğin şimdilerde yıllık ihracat gelirinin 90 milyar dolara yükseldiği ballandıra ballandıra anlatılıyor, ancak ithalatın ne kadar arttığı, dolayısıyla dış ticaretteki açığın nasıl hızla büyüdüğü anlatılmıyor. Sürekli olarak ürettiğinden çok tüketen bir toplumun sonu ne olabilir? Yeni nesil ve gençlik borç girdabına aldırmayan, konuya duyarsız olarak; cep telefonunu değiştirme, jöle, parfüm, saç boyası gibi konularla gününü geçirmektedir. Bırakın başka kitapları, ders kitabı dahi okumayan bir üniversite gençliği var. Kitap ile ilgili çok çarpıcı rakamlar geçen haftalarda gazetelerde yayınladı. Japonya’da yılda kişi başına yedi kitap basılıyormuş. Batılı ülkelerde de buna yakın. Türkiye’de ise bırakınız kişi başına kitap sayısını, her yıl basılan onyedi bin kitap başına bir kişi düşüyormuş. Yani kişi başına 0,00006 kitap. Böyle olmasa bir katile alkış tutar mı bu toplum.

Epey iç karartıcı bir yazı oldu. Uğursuz günde başka türlüsü zor! Oysa daha hava kirliliği yüzünden nefes alamadığımıza değinmedik bile… Neyse ki dışarıda müthiş bir fırtına var ve Zonguldak’ın üzerine kaç gündür çökmüş olan duman ve is, bu fırtına ile çok uzaklara taşınacak… Atmosferin kirliliği artmaya devam etse de bizler yarın biraz daha rahat nefes alacağız. (22/23 Ocak 2006).

NOT
Bu yazı, 24 Ocak 2006’de Zonguldak’ta çıkan yerel Halkın Sesi gazetesinde yayınlanmıştır.