Zonguldak’ta sessiz sedasız işleyen etkinliklerden bir de, Sergi Odası’nda ayda bir düzenlenen “Felsefe-Bilim Söyleşileri”dir. Önceleri yalnız edebiyat konusunda başlayıp, sonra her konunun işlendiği foruma dönüşen bu söyleşilerde; bir kişi, önceden belirlenen bir konuda hazırlanıp konuşma yapmakta, sonra da soru-cevap, tartışma ve fikir üretimi aşaması başlamaktadır. Herkesin fikrini rahatça dile getirdiği, esprili, zevkli güzel bir tartışma ortamı. Çağdaşım diyen herkesin, nerede olursa olsun bu tür etkinliklere mutlaka katılması, katkı sağlaması; beyinsel gelişim ve dönüşümünü kesintisiz sürdürmesi bakımından oldukça gereklidir diye düşünüyorum. Aksi halde “yaşıyorum” diyebilmek zor… Ya da bunlar olmaksızın yaşantımız felsefesiz, yoz, verimsiz, amaçsız ve hedefsiz, boş bir içgüdüsel yaşama dönüşür.
Geçtiğimiz Cumartesi günü 32.si yapılan toplantının konusu “Dünyanın Vicdanıyken…” idi. Zonguldaklı bir maden işçisi ve hemen her etkinliğin gönüllüsü Ahmet Öztürk’ün “Irak Dünya Mahkemesi” izlenimlerini anlattığı, kaçırılmaması gereken bir söyleşi idi. Türkiye’den çok sayıda bilim insanı, gazeteci ve sanatçının katıldığı uluslar arası sivil mahkemede, Ahmet Öztürk, Vicdan Jurisi Üyesi olarak ve Zonguldaklı maden işçilerini temsilen yeralmıştır.
Amerika’nın (ABD’nin) Vietnam’ı işgalini yargılamak üzere kurulan Russell Mahkemeleri’nin günümüzdeki devamıdır. Russell Mahkemeleri’ne adını veren Bertrand Russell (1872-1970), İngiliz matematikçi ve düşünür, modern mantığın kurucularındandır. Russell, babası başbakanlık yapmış İngiliz soylularından olmasına karşın; Birinci Dünya Savaşına karşı yürüyüşlerin ön saflarında yeralmış, o yüzden hapis yatmış bir eylem adamıdır. Türkçeye çevrilmiş çoğu kitabını okuduğum, fikriyatımın oluşmasında etkili olmuş isimlerden birisidir. Russell’in bir anısını hatırlıyorum: Yanılmıyorsam “Bilim ve Din” adlı kitabında idi: Çocukken, din adamı olan büyükbabası bir gün kendisine “Dünyayı tanrı yarattı” dediğinde, “Pekiyi tanrıyı kim yarattı” diye sorduğu için işittiği azarı anlatıyordu. Bazı sorulara cevap vermek yerine, karşındakini susturmak ne yazık ki günümüzde de geçerli ilkel bir yöntem.
Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak, 9 yıl süren İran’la savaşında ABD tarafından desteklenmişti. Ama o eskidendi. Günü geldi; ABD, Irak’a demokrasi getirme işini kendi kendine görev edindi! Gerçi Bush, tanrıdan bu konuda mesaj aldığını söylüyor ama eğer bunda ciddi ise ortada kendisi ve ailesi için vahim bir sorun var demektir. Ayrıca tanrı, Bush’tan Suriye ve İran’a da demokrasi getirmesini istiyormuş. Daha önce de Afganistan’a demokrasi götürmüşlerdi! Bush, nedense, petrol yatakları üzerindeki ülkelere demokrasi götürme işini görev edinmiş. Gerçi bu İslam ülkeleri içinde, şimdilik, Suudi Arabistan gibi her yıl ABD’den 20-30 milyar dolarlık silah satın alan İslam ülkeleri yok… Dindar bir Hıristiyan olan Bush, ne hilelerle seçildiğini unutup, demokrasi götürme kisvesi altında zengin petrol yataklarına el koyma isteğinin anlaşılmayacağını düşünecek kadar saf olamaz. Yaptıklarını gayet bilinçle ve çıkarlarına uygun bir şekilde yapmaktadırlar. Türkiye de, Irak işgali öncesi fiili ABD işgalinden, meclis üzerindeki kamuoyu bakısı sayesinde, kıl payı kurtulmuştur.
Geçen yıl bir gazetede, Irak’lılar yakacak yakıt bulamadıkları için kışı üşüyerek geçirdiler diye okumuştum. Dünyanın en zengin petrol yatakları üzerinde, yakıt bulamadıkları için üşüyen Iraklılar… Her gün öldürülen, onurları çiğnenen, en eski uygarlıkların kültürel mirasının bekçileri Iraklılar, şimdi yarı aç yarı tok, üşüyerek oruç tutuyorlar. Binlerce yılın kültürel mirası; ya bomba ve tank mermileri ile yok edilmiş ya da batılı müzelere kaçırılmış Iraklılar… Batılılar uygardır, başkalarına ait de olsa değerli şeyleri “korumasını!” iyi bilirler. Osmanlı’nın “taş” gözüyle baktığı antik binaları da öyle iç etmişlerdi.
Iraklılar, petrol karşılığı gıda yardımı aldıkları günlerde de bugün de açlar. Ahmet Öztürk, “Petrol Karşılığı Gıda Yardımı Programı”nı yürütürken, yapılan haksızlığa dayanamayıp istifa eden Birleşmiş Milletler Genel Sekreter yardımcılarından ikisinin de anılan mahkemenin iddia makamında yer aldığını söyledi. Haksızlığa karşı çıkıp, herkesin imrendiği makamları bırakabilme onurunu kaç kişi yaşıyor dünyada?
Pakistan’da 7.6 büyüklüğündeki deprem, onbinlerce insanın ölümüne ve milyonlarca insanın evsiz kalmasına yol açtı. Kışa girerken evsiz, ilaçsız, parasız, çaresiz, sefil yaşam koşulları. Televizyon haberlerinde, arabalara ve helikopterlere, dağıtılan yardımdan bir şeyler alabilmek için hücum eden insanları gördükçe tarifsiz bir hüzün kaplıyor içimi. Ankara’da, 8 Ekim’de Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) yürüyüşü vardı. Orada gördüğüm bir yazı (döviz) özellikle dikkatimi çekti: “Mühendis Eli Değsin – Doğal Olaylar Afet Olmasın”. Tabii ki; bizim gibi Pakistan’da da mühendis eli değen binaların da yıkılması (hatta kamuya ait olanların daha çok yıkılması) ayrı bir tartışma konusudur.
Bir tarafta afete dönüşen doğal olaylarla, öte yanda zorba işgal güçlerince hayatları kararan milyonlarca insan… Biri içimizden çıkmış sınır komşumuz, öbürü Kurtuluş Savaşımıza fiilen destek olmuş dost bir ülke… Komşumuz olmasa da uzaktaki dostlarımız. Başta askeri darbeler olmak üzere, ne çok benzer yönümüz var Pakistan ile… Orada bu gün de darbeci yönetim işbaşında. 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’in, “biraderim” diye hitap ettiği o zamanki darbeci general Ziya Ül-Hak döneminde, bilim adına yapılan soytarılıkları da içeren, objektif bir gözle yazılmış “İslam ve Bilim” adlı bir kitap okumuştum. Yazarı kendi alanında tanınmış, Pakistanlı fizik profesörü Pervez Hoodbhoy idi. Şimdi ne durumda acaba?
Japonya’da birkaç ölümlü vaka ile atlatılan bir deprem, bizlerde onbinlerin hayatına mal oluyor. Öyle sanıyorum ki, bu konuda herkesin kafa yorması, kendi yaşamını ve yaşama hangi pencereden baktığını iyice sorgulaması gerekiyor. Komşusu açken uyuyamayan var mı gerçekten? Akşama, mükellef bir sofranın kurulacağını bilerek ve yılda bir ay oruç tutarak “aç insan”ın halini anlamak mümkün mü gerçekten? Oturduğunuz mahallede ya da kapı komşunuzda aç insan olmayabilir. Yılda üç gün kenar mahalleleri dolaşıyor musunuz? Açlığı yerinde gördünüz mü hiç, geçtim halinden anlamayı, aç bir çocukla göz göze geldiniz mi? Irak ve Pakistan komşumuz mu? Komşuluğun sınırları nerede bitiyor? Komşunuz aç mı, tok mu? Bu sorulara cevap mı verelim, yoksa Russell’in büyükbabasını çağıralım da azarlasın mı bizi?