3 Ekim 2005 Pazartesi günü üniversitede açlış töreni vardı. 5 Ekim’de de oruç ayı Ramazan başladı. Biri bilim, diğeri inanç dünyasının alanına giriyor. Din ile bilimin birbirinden ayrılamayacağını iddia edenler vardır ancak bu söylemin ne kadar tutarlı olduğu tartışma konusudur. Çünkü bilimde her şey ölçülebilir, sınanabilir olgulardan üzerine kuruludur. İnançta ise adı üzerinde “bilme” değil “inanma” esastır. Nitekim bazı çevreler, “bilim” yerine “ilim” diyerek bu iki kavramın ayrı ayrı şeyler ifade ettiğinin altını çizmek ister gibidirler.
Üniversitenin açılış törenindeki konuşmasında; Rektör, Prof. Dr. Bektaş AÇIKGÖZ, geçen bir yıl içinde trafik kazasında yitirdiğimiz öğrencilerin adlarını tek tek sayarak andı. Bu olay bana daha önce yaşadığım bir olayı hatırlattı: Geçtiğimiz Şubat-Mayıs ayları arasında, Kanada’nın Hamilton şehrindeki McMaster Üniversitesi’nde idim. Bir akşam üniversitenin web sayfasında, o gün trafik kazasında yaşamını yitiren bir hemşirelik öğrencisinin haberi vardı. Ertesi gün gazetelerde en büyük haberdi. Üniversitedeki bayraklar yarıya inmişti. Başta bu olayla ilişkisini kuramadığım için bayrakların niçin yarıya indirildiğini sordum. Nedeni, kız öğrencinin ölümü imiş. ZKÜ Rektörünün davranışı, insana değer vermenin göstergesi olarak oldukça önemlidir.
Üniversitelerde gelenektir; tanınmış bir profesör açılış dersi verir. Bu yıl açılış dersini İstanbul Teknik Üniversitesi, Maden Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü Öğretim üyesi Prof. Dr. A. M. Celal ŞENGÖR verdi. Konusu: “Jeolojinin İlk Adımları” idi. Cumhuriyet gazetesinin Cumartesi günleri verdiği Bilim-Teknik dergisinde sürekli yazan değerli profesörümüz, akıcı bir üslupla verdiği dersinde; Anadolu’da Amasya’dan, İtalya’daki Sicilya adasına kadar yerleşik olan antik Yunan’da, daha Tevrat’ın ortaya çıkmasından yüzyıllar önce, Yunanlı filozofların (bilimcilerin) yeryüzünün oluşumu üzerine ürettikleri tezleri ve karşı tezleri anlattı. Kendi alanında çok sayıda uluslararası bilim ödülünün sahibi olan Jeoloji Profesörü ŞENGÖR, bilimde mutlak doğrunun olmadığını, bir yeni açıklamanın, bir yeni teorinin, bir öncekini yanlışlayabileceğini, bilimin de aslında bu olduğunu söyledi. Yani yanlışlanabilen bilgi üretme süreci bilim yapmaktır. Doğruluğu “mutlak” olan bilgi, bilimde yoktur.
Oysa, dinlerin kutsal saydığı kitaplarda yazılanların mutlak olduğunu, bırakın yanlışlığını tartışmayı, bunu düşünmenin dahi en büyük günah; dinden çıkmak olduğunu biliyoruz. Ancak günümüze kadar olagelen bilimsel ve teknolojik gelişmeler insanları ve toplumları bir ikilem içinde bırakmaktadır. Örneğin, insan görüntüsü resmetmenin tamamen yasak olduğu islam dünyasında, bugün artık, fotoğraf makinesinin, video kameranın, televizyonun girmediği ülke ve topluluk yoktur.
Bir dine inanmanın koşullarından biri de onun emrettiği şeyleri hilafsız kabul etmek ve uygulamaktır. Oruç tutmak, Müslümanlara farz kılınmıştır. Aynı şekilde zekat vermek de farzdır. Yani yapılması keyfiyete bırakılmamış, mutlaka yapılması gereken ibadetlerdir.
Bir ara Ramazanda fakir, fukaraya (bunu yazmaktan utanç duysam da) ekmek, yiyecek paketleri vs. dağıtmak yaygın bir davranış haline gelmişti. Özellikle Güneydoğu illerinde ve büyük şehirlerde, bir ekmek kapabilmek için çamur içinde yuvarlanan insanların görüntüleri o kadar içler acısıydı ki toplumsal vicdan bunu kaldıramadı. Bunun yerine başka bir formül aranmaya başlandı. Bulunan çözüm iftar çadırları oldu. Her ne kadar iftara evine yetişemeyenlere dense de aslında yoksullara yemek vermek hedeflenmişti. İlk bakışta insani gibi görünen ancak biraz detaya inildiğinde insan onurunu zedeleyen bir uygulamadır; iftar çadırı. Çünkü eğer sorun yoksulluk ise; o hala duruyor ve hatta daha da keskinleşiyor, artıyor. İftar çadırında yemek yemek (oruç açmak) zorunda kalanlara, bunun olağan bir şey olduğunu göstermek için olsa gerek; ilk akşam ya da akşamlar o yerin, idari ve mahalli yöneticileri ile ne hikmetse onların yanı başından hiç ayrılmayan bir grup da çadırda oruçlarını açarlar.
Önceki gün (bu yazı 7 Ekim Cuma günü kaleme alınmıştır) Ereğli Televizyonu (ert) haberlerinde izledim: Vali Yavuz ERKMEN, Zonguldak’ta iftar çadırında oruç açmış. Valimizin açıkladığına göre burada bir akşamlık masraf iki milyar lira imiş ve harcamalara devlet katkısı yokmuş. Sistem tamamen hayırsever kişilerin bağışları ile yürüyormuş. Ne kadar güzel! Ancak iki milyar lira sıradan kişilerin karşılayabileceği rakam değil. Olsa olsa işadamlarımız, “devlete vergi vermiyoruz bari zekat verelim” diye düşünüyor olmalılar. Sahi, Zonguldak’ta kim ne kadar vergi veriyor acaba?
Vergi önemli mi? “Adamlar bağış yapıyor işte” diyenler, mutlaka olacaktır. Ancak çağdaş, uygar bir ülkenin vatandaşları bedava ekmek için birbirinin üzerine çıkmaz. Çıkıyorsa burada çok ciddi bir yoksulluk sorunu ya da kişilik erozyonu var demektir. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün yayınladığı bilgilerde yoksulluğun ürkütücü boyutu zaten var. Sorunun çözümü “kayıt dışı” olarak adlandırılan vergisiz kazançları önlemekten geçiyor. Devletin gelirlerini yükselterek; aç kalan, açıkta kalan insanlara devletin sahip çıkması esastır. İnsan onuru, vergi verme sorumluluğuna dahi erişememiş türedi zenginlerin, yılda bir ay, o da büyük reklamlarla, yaptıkları iyilik gösterilerine ezdirilmemelidir. Yetkililerin yapması gereken iftar çadırında oruç açmak değil, yasalardan aldıkları güç ile denetim yapıp, vergi kaçaklarını önlemektir. İnsanlarımızı rencide etmeden, sürekli yardım ancak o şekilde yapılabilir. Kendi akrabalarımdan biliyorum, günde 10 saat 12 saat çalıştırılıp ayda ancak 250 milyon TL maaş verilen, doğru dürüst sigortası ödenmeyen vatandaşlarımız; iftar çadırında bedava yemek değil onurlarını yiyorlar. Onurunu kaybeden insanların yapamayacağı pis iş yoktur. Kendini toplum dışına itilmiş hisseden işsiz ve yoksul insanlar geleceğin kapkaççıları, hırsızları, tecavüzcüleri olacaktır. Bugün ne kadar iyilikle kurulduğu iddia edilse edilsin, iftar çadırları arttıkça toplum dışına itilmiş insanların sayısı da artmış olacak demektir. Bir anlamda, bugünkü iftar çadırları geleceğimizin cezaevleri olacaklardır.
Gelişmiş toplumların son üçyüz yıllık tarihi bize bunu öğreten sayısız derslerle doludur. Ne zaman yoksulluk, adaletsizlik artmış, o zaman suçlarda patlama olmuştur. Eğer deniyorsa ki; bu çadırlar yoksullara değil, evindeki iftar sofrasına yetişemeyenler için açıldı; Zonguldak gibi küçük bir şehirde bu gerekçe komik olur. Ancak bir dilenci karşılıksız almaktan rahatsız olmaz. Onurlu bir insana karşılıksız yemek vermek kadar onu yaralayan bir şey olamaz. Kurtuluş Savaşında dedelerimiz, onurumuzu korumak için savaşırken, açlıktan at pisliğinden arpa ayırıp yemişler. Oruç tutanlar da evine ulaşıncaya kadar sabretmesini bilirler. Bu çadırları, bir daha açmamak üzere kaldıralım lütfen.