Yıllar önceydi… Yanılmıyorsam televizyonda birinden dinlemiştim ama detaylarını unutmuşum. Neyse ki internet icat edildi de birkaç dakika içinde buldum. Mine Kırıkkanat vakti zamanında, köşesinde yazmış bu tarihi olayı. Aşağıda, yazının ilk yarısını aynen veriyorum.
Biz Okumaz Yazarlar*
Mine Kırıkkanat1930’lu yıllarda Türkiye, Atatürk’ün Türkiye’siydi. Bugünküne hem benziyor, hem benzemiyordu. Türk basını da öyle. Günümüz basınıyla akrabalığı, hem ÇOK yakın, hem çok uzaktı. Daha doğrusu tabanda yakın, tavanda uzak… Üç gazeteci arkadaş, Ahmet Emin Yalman, Ahmet Şükrü Esmer ve Mehmet Asım Us ‘Vakit’ adlı bir gazete çıkarıyorlardı. Daha doğrusu gazeteyi bu üçlü yaratmıştı da, Mehmet Asım Us, kardeşleri Hakkı Tarık ve Hasan Rasim’le birlikte yönetiyordu. 1933 ya da 34 yılı olmalı, çünkü anlatıcı tam tarih veremedi, soğuk bir kış sabahı, mürekkebi henüz kurumamış Vakit gazetesini her gün yeniden doğurur gibi heyecanla açan Us kardeşlerin gözleri yuvalarından uğradı, yürekleri ağızlarına geldi. Gazeteyi açmalarına bile gerek kalmamıştı, ‘felaket’ birinci sayfada iri bir haber başlığıydı: MAZİ HAZRETLERİ YALOVA’DA…
Haber, Atatürk’ün Yalova’ya gelişiyle ilgili haberdi. Ve Vakit gazetesi olayı, ‘Gazi Yalova’da’ yerine ‘Mazi Yalova’da…’ diye duyuruyordu. Varın düşünün, zavallı Us kardeşlerin halini. Atatürk, kimse gibi değildi, Ecevit gibi hiç değil! Kocayınca köpeklere maskara olmadı. Aklı gelip gitmedi. Ozonlanmadı ve oksijenlenmedi. Çünkü kocamadı. Son soluğuna dek, ısırmak için yürek isterdi Atatürk’ü ve kimse ısıramadı. Kim bilir nerelere çekilir, nasıl yorumlanır, NEYE mal olurdu, ‘Gazi Hazretlerine’, ‘Mazi Hazretleri’ demek… Us kardeşlerden ikisi Kuzguncuk, biri Çengelköy’den koşup buluştular, sabahın köründe Yalova’ya yollandılar. Amaçları, Gazi geç saatlere kadar uyurdu ya, gazete eline geçmeden huzuruna çıkmak ve özür dilemekti. Menzile kan ter içinde vardılar. Üç felaketzedeyi, Salih Bozok karşıladı tabii. Atatürk yeni uyanmıştı. Amman gazetelere bakmadan, dertlerini anlatmalıydılar. Salih Bozok, telaş içinde debelenen Us kardeşlerin haline acıdı. Üç talihsiz, çok geçmeden huzura kabul edildiler ve dilleri döndüğünce özür dileyip, Gazi’nin ‘Mazi’leşmesini, ‘Musahhih gazeteyi okumamış da…’ diye izah ettiler. Atatürk dinledi, sonra ortanca kardeşe dönüp: “İlahi Hakkı Tarık bey” dedi. “Bir gazete çıkar, musahhihleri bile okumaz… Nesine güceneyim ki?” Bu tatlı öyküyü Alişan Dobra’dan dinledim, yazacağımı duyan Dobra: “Aman dedi, adları ve tarihi denetlemeyi unutma, yalan yanlış basılmasın!” İlahi Alişan Dobra! Günümüz Türk basınında artık mürettip hatası yok, çünkü mürettip yok. Tashih hatası yok, çünkü musahhih de yok. Yazılar yalan yanlış basılmıyor, biz yalan yanlış yazıyoruz! Üstelik ve en acısı… Yazmak için OKUMAK gerektiğini bile unuttuk.
. . .
Yazının devamı Bekir Coşkun’un ve kendisinin yazarken yaptıkları hataları anlatarak devam ediyor. Pekiyi, bana bu olayı hatırlatan neydi? Erol Çatma ile Hüseyin Şeker arasındaki yazılı münakaşadan bahsedeceğim.
Malum; son günlerde Vahdettin’in hain olup olmadığı tartışma konusu. Kentimiz tarihinin aydınlanmasında yeri doldurulamaz bir şahsiyet olan Erol Çatma, 2 Ağustos 2005 tarihli Halkın Sesi’nde Dün-Dem köşesinde bu konuya değinmişti. Çatma, Vahdettin’in padişah kimliğinin değil, daha çok halife kimliğinin aklanmak istendiğini; çünkü ABD’nin Büyük Ortadadoğu Projesi’nin (BOP) (Sonradan Genişletilmiş Ortadaoğu Projesi, GOP oldu) bir parçası olarak gördüğü Türkiye’nin, Ilımlı Bir İslam Devletine çevrilmek istendiğini ve hatta bunun için Amerikan işbirlikçisi halife adayının fırsat kolladığını ifade ediyordu. Çatma’ya göre eğer Vahdettin’e iade-i itibar edilirse, hain ilan edilmiş halife aklanmış olacak ve İslam dünyasına hükmetmek için yeni bir halifenin, Türkiye’nin başına getirilmesinin yolu açılacaktır.
Bu yazının ardından, kentimizin tanınmış işadamlarından Hüseyin Şeker, Çatma’ya bir cevap hazırlamış ve bu cevap da 10 Ağustos 2005 tarihli Yeni Adım Gazetesi’nde Harun Ersoy’un “Arayış” adlı köşesinde yayınlanmıştır. Oysa Şeker, bu tür cevabi mektupları, daha önce doğrudan kendi adına gönderirdi ve yayınlanırdı.
Hüseyin Şeker, güzel bir Türkçe ve düzgün imlasıyla kaleme aldığı karşı yazısında; Çatma için “… Bir maden işçisinin, kendini türlü karanlıklardan sıyırarak kültürünü çoğumuzun üstüne çıkarması gençlerin ders kitaplarına geçecek bir örnektir. / Fakat her güzelin bir kusuru olduğu gibi Erol kardeşimizin de bana göre bir kusuru var. Bu da eski sosyalistlerden şimdinin de yeni sıkı Atatürkçülerinden olan kardeşimiz nedense sahasından çıkıp Sultan Vahdettin hakkında kalemşörlük yapmış. …” diyerek, önce Çatma’ya hak ettiği değeri verir görünüp, arkasından “eski sosyalist, yeni Atatürkçü” diyerek kendince küçümser bir havaya girmiştir.
Şeker cevabında, “Erol Çatma!. Sen Abdülhamit Han’la Sultan Vahdettin’i hainlikle itham edemezsin.” demektedir. Oysa Çatma’nın yazısında Abdulhamit’ten bir kelime ile dahi bahsedilmemektedir. Bu olsa olsa, Çatma’yı bu konuda yazmak için tahrik etme taktiği olabilir. Ancak uslüp nerdeyse tehdit içerir mahiyettedir.
Burada kendi adıma şunu söylemek istiyorum: Artık padişahın tebası değil, Avrupa Birliği üyeliği yolunda giden Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarıyız. Anayasal haklarımız var. Her ne kadar bazı kesimler için pek bir anlam ifade etmiyorsa da, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ile uluslararası garanti altına alınmış haklarımız var. Erol Çatma da tıpkı Hüseyin Şeker gibi istediğini söylemekte hürdür. Teba olmakla, vatandaş olmanın farkı da budur zaten. Nitekim Şeker, bu haklarının çok iyi farkında olarak ve çok ince bir uslüpla; “…Bana Atatürk’ü sorarsan ‘ALLAH O’nu günahlarını affederek cennetiyle mükafatlandırsın’ diye dua ederim…” derken, satır arasında Atatürk’e “günahkar” demektedir.
Asıl konumuza gelelim: Şeker cevabını niye doğrudan değil de Harun Ersoy aracılığıyla vermiştir bilemiyorum. Bana, girişte bahsettiğim olayı anımsatan, zaten işin bu kısmı oldu. Çünkü Ersoy yazısında Erol Çatma yerine, Basri Çatma diyor. Yani mektubu veren Hüseyin Şeker “Erol Çatma” yazmış, Harun Ersoy onu “Basri Çatma” diye almış. “Acaba mektubu okumadı mı?” diyesi geliyor insanın. Öyle bir ihtimal olacağını sanmam ama okumadıysa tam da üstteki olayın benzeri yaşanmış olacak. O zaman da Şeker’in mektubu güme gidecek doğrusu… Verdiğin kişi okumuyorsa, kim okur o mektubu…
Vahdettin’in hain olmadığını Erbakan söyleseydi bu kadar yankı yaratmazdı. Bunu, Lozan’da kapatılmasını kabul ettiremediğimiz, İngilizlerin, İstanbul’daki Robert Kolej’inde okumuş, solcu olduğunu iddia eden, Atatürk’ün kurduğu partinin genel başkanı sıfatıyla başbakanlık yapmış Ecevit’in söylemiş olması, sıradan vatandaş olarak bizim bilemeyeceğimiz anlamlar içeriyor olmalıdır. Bu konunun yorumlanmasında bizlere yeni ufuklar açan Erol Çatma’ya teşekkür ediyoruz. Kitapları Türkiye dışında üniversite kütüphanelerine girmiş, Emekli Maden İşçisi Erol Çatma dışında; “Kentimizin Atatürkçüleri nerede, aralarında eli kalem tutan yok mu” diye sormadan da edemiyoruz.
* Yazının alındığı internet adresi: http://www.kemalist.org/html/print.php?sid=420